Bu, sadece bir süredir değil, yaklaşık 5 yıldır böyle. 5 yılda adeta dünya birçok kez yeniden, yeni baştan kuruldu ve hatta kurulmaya, yıkılmaya devam ediyor. 2010'da Tunus'ta, 2011'de Suriye'de, sonrasında ise, Mısır ve Libya'da parça parça ne yaşandı ise, her birindeki parçaların farklı bileşen ve ara materyallerle Türkiye'ye eklemlenmeye çalışıldığını görüyoruz. Görüyoruz da değil, yaşadık ve yaşıyoruz. Bazen, Tunus'taki “yaşam tarzı” ile Suriye'deki “iç savaş” çağrışımları, bazen Mısır'daki “kendine özgü darbe” ile Libya'daki “NATO destekli kuşatma” süreçleri, farklı doku, katman ve türevleri ile Türkiye'nin güncel ve tarihsel hafızasının karşısına çıkartılıyor. Çıkartılıyor, zira zaman zaman Amerikan makamları, zaman zaman Alman elçileri, bazen de NATO karargâhının başka birimlerinden, Türkiye'nin dikkatine, rikkatine sunulan tarihsel göndermeler, şüphesiz ki sadece politik reveranslardan ibaret değil.
Aslında, yüzlerce ve hatta binlerce yıllık harçla karılarak birikmiş devletler ve kültürler için bu yaşananlar çok da yeni bir durum değil. Zira, hem bu topraklar, hem de bu toprakların yakın havzasını oluşturan haritalar üzerinde yaşanan yüzlerce ve binlerce yıllık hülâsânın bize söylediği budur. Bu adeta, Allah'ın vaadi, tarihin de besmelesidir. Binlerce yıldır, bu coğrafyanın haritası bizim evimizdir, yurdumuzdur, ana yurdumuz, ata yurdumuzdur. Yüzlerce yıldır binlerce kez gelseniz, yüzbinlerce öldürseniz de, bu, zamanın hakikatidir. İnsanlığın hakikatidir…
Bizim, kendi hakikatimize gelince…
Orası biraz muğlak, biraz acı, biraz kekremsi. Fakat hakikat.
Sadece bir süredir değil, özellikle 2010 sonrasında, ülkemizde, siyasette, hayatta, hukukta, yargıda, orduda, poliste, Türkiye'nin hem fiziki hem psikolojik ve toplumsal sınırlarında ve aynı zamanda, sınırötesinde… yaşanan bütün gelişmelere, verilen mücadeleye ve mücadele sürecine gelene kadar kaybedilen zamana, kaydedilen mesafeye baktığımızda, bütün bu zaman dilimlerinde yapılan açıklamalara, reflekslere, uygulamalara… baktığımızda mesela, “yanlış bazı şeyler yapıldı, baştan beri yanlıştı, zararından neresinden kârdır, yeniden başlıyoruz” refleksinin bir kültür haline görüyoruz. Daha doğrusu bu kültürün bir refleks haline geldiğini…
Bunun anlamı şudur. Bizi, bu ülkeyi, bunca ağır zamanlar, muhataralar karşısında, ayakta, hayatta tutan şey, siyasetin, ordunun, yargının, polisin, devletin… feraset, dirayet, basiret gibi hasletleri değildi. Zira bizi, burada, bu haritada, bu sonsuz hesaplar coğrafyasında, ayakta tutan, sadece bir inat, bir ahit, bir kavil, bir maya, bir iman, bir ruh, bir köktür. Hesaba da kitaba da sığmayan bir inat, bir ahit, bir iman, bir ruh… Zira, bunun, bu ısdırabın, bu sevginin başka bir matematiği, başka bir alfabesi, başka bir dünyası var. Bu ıstırabın, bu sevginin, bu alfabenin tek bir kelimelik karşılığı var. Ve onun adı da; Türkiye. Zira, bu ülkeyi, Türkiye'yi sevmek, siyasetten, hayattan, ailemizden, sokağımızdan, mesleğimizden, bin türlü hesapçılıkla çevrelendiğimiz günlerimizden başka bi şey. Milyonlarca yıllık bir varoluş ağacının, yağmuru, rüzgarı, karı, yaprağı, çamuru, hışırtısı, canı olmak gibi bir şey.
Sevmek tektir malum, fakat sevmenin, sevgiyi göstermenin ve gösterememenin bin bir türlü yolu var. İşte bu binbir tür sebebin tamamının yolu bu ağaçta saklı. Türkiye ağacında. Bu ağacın, kökünde, hışırtısında, yağmurunda, rüzgarında, canında saklı.
Her şehidimizde, her gazimizde, canımız yanıyor evet, lakin milyonlarca yıllık bir bilgiyle biliyoruz. “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”.
Anasayfa
Yazarlar
Adı Soyadı
Yazı Detayı
Bu yazı 1620+ kez okundu.
Köşe Yazısı
Bu, sadece bir süredir değil, yaklaşık 5 yıldır böyle. 5 yılda adeta dünya birçok kez yeniden, yeni baştan kuruldu ve hatta kurulmaya, yıkılmaya devam ediyor. 2010'da Tunus'ta, 2011'de Suriye'de, sonrasında ise, Mısır ve Libya'da parça parça ne yaşandı ise, her birindeki parçaların farklı bileşen ve ara materyallerle Türkiye'ye eklemlenmeye çalışıldığını görüyoruz. Görüyoruz da değil, yaşadık ve yaşıyoruz. Bazen, Tunus'taki “yaşam tarzı” ile Suriye'deki “iç savaş” çağrışımları, bazen Mısır'daki “kendine özgü darbe” ile Libya'daki “NATO destekli kuşatma” süreçleri, farklı doku, katman ve türevleri ile Türkiye'nin güncel ve tarihsel hafızasının karşısına çıkartılıyor. Çıkartılıyor, zira zaman zaman Amerikan makamları, zaman zaman Alman elçileri, bazen de NATO karargâhının başka birimlerinden, Türkiye'nin dikkatine, rikkatine sunulan tarihsel göndermeler, şüphesiz ki sadece politik reveranslardan ibaret değil.
Aslında, yüzlerce ve hatta binlerce yıllık harçla karılarak birikmiş devletler ve kültürler için bu yaşananlar çok da yeni bir durum değil. Zira, hem bu topraklar, hem de bu toprakların yakın havzasını oluşturan haritalar üzerinde yaşanan yüzlerce ve binlerce yıllık hülâsânın bize söylediği budur. Bu adeta, Allah'ın vaadi, tarihin de besmelesidir. Binlerce yıldır, bu coğrafyanın haritası bizim evimizdir, yurdumuzdur, ana yurdumuz, ata yurdumuzdur. Yüzlerce yıldır binlerce kez gelseniz, yüzbinlerce öldürseniz de, bu, zamanın hakikatidir. İnsanlığın hakikatidir…
Bizim, kendi hakikatimize gelince…
Orası biraz muğlak, biraz acı, biraz kekremsi. Fakat hakikat.
Sadece bir süredir değil, özellikle 2010 sonrasında, ülkemizde, siyasette, hayatta, hukukta, yargıda, orduda, poliste, Türkiye'nin hem fiziki hem psikolojik ve toplumsal sınırlarında ve aynı zamanda, sınırötesinde… yaşanan bütün gelişmelere, verilen mücadeleye ve mücadele sürecine gelene kadar kaybedilen zamana, kaydedilen mesafeye baktığımızda, bütün bu zaman dilimlerinde yapılan açıklamalara, reflekslere, uygulamalara… baktığımızda mesela, “yanlış bazı şeyler yapıldı, baştan beri yanlıştı, zararından neresinden kârdır, yeniden başlıyoruz” refleksinin bir kültür haline görüyoruz. Daha doğrusu bu kültürün bir refleks haline geldiğini…
Bunun anlamı şudur. Bizi, bu ülkeyi, bunca ağır zamanlar, muhataralar karşısında, ayakta, hayatta tutan şey, siyasetin, ordunun, yargının, polisin, devletin… feraset, dirayet, basiret gibi hasletleri değildi. Zira bizi, burada, bu haritada, bu sonsuz hesaplar coğrafyasında, ayakta tutan, sadece bir inat, bir ahit, bir kavil, bir maya, bir iman, bir ruh, bir köktür. Hesaba da kitaba da sığmayan bir inat, bir ahit, bir iman, bir ruh… Zira, bunun, bu ısdırabın, bu sevginin başka bir matematiği, başka bir alfabesi, başka bir dünyası var. Bu ıstırabın, bu sevginin, bu alfabenin tek bir kelimelik karşılığı var. Ve onun adı da; Türkiye. Zira, bu ülkeyi, Türkiye'yi sevmek, siyasetten, hayattan, ailemizden, sokağımızdan, mesleğimizden, bin türlü hesapçılıkla çevrelendiğimiz günlerimizden başka bi şey. Milyonlarca yıllık bir varoluş ağacının, yağmuru, rüzgarı, karı, yaprağı, çamuru, hışırtısı, canı olmak gibi bir şey.
Sevmek tektir malum, fakat sevmenin, sevgiyi göstermenin ve gösterememenin bin bir türlü yolu var. İşte bu binbir tür sebebin tamamının yolu bu ağaçta saklı. Türkiye ağacında. Bu ağacın, kökünde, hışırtısında, yağmurunda, rüzgarında, canında saklı.
Her şehidimizde, her gazimizde, canımız yanıyor evet, lakin milyonlarca yıllık bir bilgiyle biliyoruz. “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”.
Ekleme
Tarihi: 24 Ağustos 2020 - Pazartesi
Köşe Yazısı
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.